Varoluşçuluğun Oluşumu ve Tarihsel Gelişimi

Felaket

New member
Varoluşçuluğun Oluşumu ve Tarihsel Gelişimi
Felsefenin antikcağdaki serüveninin baş konularından biri insandır denebilir. ‘Bütün felsefe tarihcilerinin antikcağı yorumlayışlarında, Sokrates'ten önceki filozoflar için asıl konunun dış dünya, doğa olduğunda birleştikleri görülür. Tüm araştırıcılar Cicero'nun Sokrates, ‘felsefeyi gökten yere indirdi’ yargısını kanıt olarak ileri sürerler. Sokrates'in tüm felsefi çabası, insan ve insan yaşamı üzerinedir. 20. yüzyılın popüler akımlarından biri olan varoluşçuluk felsefesi Sokrates’ten başlayarak insanı merkeze alan öğretilerin birikimi ve dönüşümüdür. Felsefe tarihi incelendiğinde insanı temel alan felsefi yaklaşımların ilk örneği Sokrates’te görülür. Sokrates felsefi bakışı ağırlıkla ahlak felsefesi temelinde şekillenir. Sokrates’in "kendini bil" “kendini tanı" düşüncesiyle insan ne olduğunu sorgulaması gerektiği sorunuyla baş başadır. Merleau Ponty ve Abbagnano varoluş olanaklarını durumun sınırlandırdığını savunurlar. Burada sınırlar görsel fiziki maddi sınırlar olsa da manevi sınırlar bu maddi sınırlar içinde sınırlıdır. İnsan bedenini, maddi varoluş önceliğini aşamaz. Varoluşu bu yüzden çok katmanlıdır. Varoluşçuluğun akım olarak başlaması, 17. yüzyılda Pascal’ın varlık ile ilgili yaptığı sorgulamalar ile olmuştur. Pascal insanın doğal halinden hareketle bilgi sorununu ele almıştır. Sokrates’in "kendini bil" deyişinin temeliyle özellikle de insanın 'dünyaya atılmışlığı'nı işler. Pascal'ın söz ettiği insanın 'dünyaya atılmışlığı' üzerine düşünceleri kendisinden sonra gelişimini sürdüren varoluşçu felsefenin geleneği içinde yön belirler. Sartre ve Camus gibi, ateist kanada mensup düşünürler, insanın bu halinden anlamsızlığı ve saçmayı çıkarırlar.

Pascal “sonsuz uzayların ebedi sessizliği” içindeki insanın kaygısı, günahı, tekliği ve ebedi kurtuluşuyla ilgilenerek mükemmel bir varoluşçu düşünür örneğidir. Pascal, hiçlik ve varlık arasında insanın güvensiz bir duruma düştüğü ve güvensizliği aşmak için metafizik olguların işleyişine bakış açısı getirilmesine çalışmıştır. Öz ve varoluş kavramları geleneksel varlıkbilimde büyük öneme sahiptir. Ortaçağ döneminde dünyada bulunan nesneler, Tanrısal ide'lerin gerçekleşmesi olarak görülürdü. Ama daha o zamanda yetkin olan ide'lerin yetkin olmayan nesnelerle karşılanmadığı görülmüştür. Bu neticede öz ve varoluş ayrılığı ortaya çıkmış olur. Tanrı'nın mutlak özne oluşu, tam varlık oluşu Ortaçağda üzerinde en çok durulan tema haline gelmiştir ve insanın özne oluşu, varoluşu hep bu ölçüte göre değerlendirilmiştir. Kendi kendisinin bilincine insan, Tanrı'dan yola çıkarak ulaşacaktır, henüz bağımsız özne oluşu; kendini, kendinden yola çıkarak kurması sözkonusu değildir. Ortaçağ filozofunun dinsel söylemi yer yer felsefeleştirmesinde en çok başvurduğu anlatımlardan biri olan "Ben, ben olanım" tümcesi Thomas Aquinas'ın söyleminde yine yerini alır: "Tanrı'nın özü onun varoluşudur. Varoluş kavramını yalnızca bir görüntü kavramı olarak açıklayan Aquino'lu Thomas olmuş ve ondan sonraki felsefe de öz felsefesi olmuştur. Papa tarafından aziz ilan eilen Aquino’lu Thomas, Aristoteles'i Hıristiyanlığa uydurmak için onun Tanrı'sını salt Düşünce olmaktan çıkarıp saf Varoluş (existence) olarak tanımlamış, böylece Aristotelesçi "düşünce metafiziği"nden bir "varlık metafiziği" yaratmıştır. . Özün varoluştan önce geldiğini söyleyen eski felsefelerde yaşam düşünceyle açıklanırdı. Bu tutum varoluşçulara göre doğru değildir. Önyargılar olmadan yaşama ya da varoluşa yönelip onu tüm boyutlarıyla gözlemleyip bilgiye ulaşıldığını söylerler. Kısacası, bilgiden yaşama değil, yaşamdan bilgiye geçmek gerekir. Yani yaşamın bilgisinden başka bilgi yoktur. Bu bakış biçimi felsefeye yenilik getirmiştir.
 
Üst